29. BÖLÜM
29. TABUT.
RUSYA.
Mark o akşam saatlerinde yatak odasında bir kadınla vakit geçirirken kendi evine doğru ilerlemekte olan helikopterden habersizdi. Aynı şekilde o helikopterin niyetinden de.
Dışarıdan gelen helikopter sesini duyup yatağındaki kadından uzaklaştı ve kalkıp üstünü giyindi. Pantolonunu geçirip gövdesi çıplak şekilde penceresine yaklaştı ve bahçesine inen helikopteri görüp direkt silahına davrandı. Korumalarının bahçeye biriktiğini görerek odadan ayrıldı.
"Aşkım nereye?" diye seslendi kadın.
"Yataktan ayrılma."
Mark katları indi ve evin kapısını açıp dışarıya çıktı. Helikopter bahçesine inmişti ama gürültü hâlâ devam ediyordu. Korumaları silahlarını çıkarmış helikoptere doğrultmuşlardı. "N’oluyor?" diye bağırdı, ani ziyarete öfke duyarak. "Evime saldırı mı düzenliyorsunuz?"
"Mark Bey, dikkat edin efendim."
Helikopterin kapısı açıldı ve dışarıya bir adam çıktı. Mark üç saniye içinde o adamın kim olduğunu tanıyıp gözlerini büyüttü. Bu Enrica'ydı, Russoların uzun senelerdir koruması olan adamdı. Mark uzun zamandır Russolardan haber almadığı için bu akşam yaşanan şeye açıklık getiremeden helikopterden iki adam daha indi. "Russolardan geldik," dedi Enrica.
Mark, İtalyanca bildiği için onları anlayabiliyordu. Yaptıkları henüz bilinmediği için Russolarla arasının iyi olduğunu düşünüyordu. "Nedir bu ziyaretin sebebi?"
Enrica, "Çıkarın," dedi diğer iki korumaya.
Bununla beraber korumalar helikopterin içerisine geri döndü ve herkes onlara bakarken, bir tabut taşıyarak helikopterden indiler. Mark ve diğerleri gördükleri karşısında şaşkınlığa düşerken, adamlar tabutu Mark'ın önüne bırakıp doğruldular. "Tabutta bir ceset mi var?"
"Açıp bak," dedi Enrica, öfkeyle.
Mark hâlâ bu ani ziyaretin şaşkınlığıyla bir müddet Russoların korumalarına baktı. Niyetlerini anlamış değildi. En son büyük abi Salvador’la altı ay önce karşılaşmış, birbirlerine selam vererek hiç konuşmadan uzaklaşmışlardı. Böyle bir tabutun akşam vakti neden geldiğini düşünerek eğildi ve kapağını kaldırıp baktı. Karanlıkta seçmesi birkaç saniye aldı ve sonra tabutun içindekinin kendi fotoğrafı olduğunu gördü. Nefesi kesilirken uzanıp fotoğrafı aldı ve ışığa doğru kaldırdı.
Fotoğrafına kan sıçramıştı.
Russoların kendisine bir tabut içinde kendi fotoğrafını göndermesinin tek sebebi olabilirdi.
Biliyorlardı. Öğrenmişlerdi.
Bu ani gerçekle beraber boğazına yumru oturdu, nabzı hızlandı, elleri ve ayakları uyuştu.
Enrica, Mark'ın dehşete sürüklenmiş korkulu ifadesi karşısında gizleyemediği bir eğlence duyarak, "Russoların sana selamı var," dedi her kelimenin üstüne bastırarak. "Karmen Russo geri döndü, en çok da senin için."
🐛
Deren Ateş.[SE1]
Bir hafta sonra.
"... ve tüm bu görünen sebeplerinden ötürü çocuğun üstün yararı gözetilerek Nil Ateş'in velayetinin, babası Deren Ateş'e bırakılmasına karar verilmiştir."
Hâkimin verdiği karar göğüskafesimdeki yumrulardan birisini kaldırdı ve içime çektiğim nefes kalbimi rahatlattı. Kızıma hak ettiği güzellikte bir hayat vermemin önündeki engellerden birisini daha ortadan kaldırmıştım. Derya, artık Nil’le yaşamayacağı gibi kızımı ben istemeden de göremeyecekti.
"Ek olarak çocuğun ruh sağlığı için annesi Nalan Acar, kızı Nil Ateş'i hafta sonları belirlenen saatler içerisinde görüp, yatılı olarak misafir edebilecektir."
Mahkeme az önce benim için bitmişti, bu yüzden saygıdan iliklediğim gömleğin ilk iki düğmesini söküp yanımdaki avukata başımı salladım. O, duruşma bizim lehimize tamamlandığı için sevinirken, gözlerim rastlantı sonucu Nalan ile karşılaştı. Avukatı sonuca itiraz etmek adına kalkmış hâkime konuşuyordu ama Nil annesi ile yaşarken kaybolmuştu; mahkeme de hâkim de bu gerçeği göz ardı edemezdi. Nalan'ın gözlerindeki üzüntüyle karışık öfkeyi gördüm ve ayağa kalkıp hâkime bakarken, "Nil daha çok küçük," diye itiraz etti. "Annesine ihtiyacı var. Lütfen biraz daha düşünür müsünüz? Ayrıca..." bir an sustuktan sonra kararlı şekilde devam etti. "Kızımın babasının, kızımı kaçıranla özel bir ilişki yaşadığı gerçeği de var. Kızımın güvenliğinden nasıl emin olacağım?"
Karmen'in bahsi geçtiğinde bileklerim sırtımda ters kelepçe olmuş gibi hissettim. Elimi kolumu bağlayan bir his sol tarafıma aktı.
Avukatım ayağa kalkarak hâkime, "Müvekkilim, kızını kaçıran suçluyu bizzat kendisi şikâyet etmiştir," dedi. "Ayrıca o suçluyu Deren Ateş'in hayatına sokan Nalan Acar ile Derya Acar'dır. Çünkü Nil Ateş'i onlar kaybetmiştir."
Hâkime göz attım. Gözlüğünü çıkarıp cüppesiyle beraber doğrulurken, "Karar verildi," diye tekrar etti. "Herhangi bir aksi durum gözetildiği takdirde tekrar dava açabilirsiniz."
Ayağa kalkıp avukatımın elini sıktım ve onunla çıkışa yöneldim. Beklediğim gibi Nalan kürsüden ayrılıp arkasında avukatıyla beraber üzerime yürürken, "O bir kız çocuğu!" diye bağırdı bana. "Çok küçük yaşta, bana ihtiyacı var Deren! Nasıl böyle bencilce kararlar verebilirsin? Bir düşün, tek başına nasıl bakacaksın ona?" Öfkeliydi ama daha ziyade canı yanmış gibi üzgündü. "Kızımdan yine ayrı kalmak istemiyorum Deren, lütfen. Bak ben anneyim, onunla aramda senin anlamayacağın bir bağ var."
Anne... Nalan bir anneydi ve kızından ayrılacağı için üzülüyordu.
Karmen... Karmen bir anne olarak nasıl hissediyordur? Uzun süredir Karina'yı görmüyordu.
Ve bir daha göremeyecek.
Hani bir saat ara vermiştim onu düşünmeye, daha on dakika bile geçmemişti.
Düşüncelerim buradan fiziken çok uzaklara gitti ve boğazımda ağırlaşan yumru yüzünden boynumu ovaladım. "Nil konusunda bencilce bir karar vermedim," diyebildim. Karmen, kızı, kızının mezarında kendisini öldürecek olması... Hayır dur, düşünme! Ya ölseydi? Affeder miydim onu? Ama o zaman kendimi hiç affetmezdim. "Ben bencilce karar verecek olsam en başından velayetini, Derya'ya rağmen sana bırakmazdım. Ben Nil'in güvenliği için en doğru kararı vermeye çalışıyorum Nalan. Onu sadece hafta sonları değil, ne zaman istersen görebilirsin ama benim evimde, güvenli bir alanda yaşayacak."
Salondan çıkıp koridorda yürümeye başladığımda arkamdan gelmeye devam etti. "Ya benden uzaklaşırsa?" diye korkuyla sordu. "Ya unutursa beni? Ya da onu bıraktığımı sanıp bana kırılırsa?"
"Onu ihmal etmezsen böyle hissetmez. Nil'i görmen mevzu bahis oldukça hep gelebilirsin. Ben kızımı annesinden uzaklaştırıp, o küçük kalbini kırıp bencillik edecek değilim." Konuştuklarımızı anlaması için omzumun üzerinden baktım. "İllaki birimizden birisinde kalması gerekecek ve o benim."
Arkamdan daha yavaş şekilde gelmeye devam ederken, avukatım benimle bir daha el sıkışıp asansöre yöneldi. O sırada Nalan tekrardan, "O kadın kaçtı," dedi öfkeyle. "Ya dönerse? Nil'i tekrar almaya çalışırsa? Ya sen ona acıyıp görüşmelerine izin verirsen? Bunların olmayacağını garanti edebilir misin?"
Nalan'a, Karmen'e kızdığı için hak vermeyi deniyordum, gerçekten deniyordum ama... Karmen'e kızılacaksa ben kızmak istiyordum, hak verilecekse ben hak vermek istiyordum, öfke duyulacaksa ben öfke duymak istiyordum. "Görmeyecek," dedim. "Karmen, Nil'i görmeyecek."
Asansöre bindiğimizde ellerini beline koydu. O sırada bacağım, geçtiğimiz günlerdeki kurşun yaram yüzümden sızlıyor ve aksıyordu. "Mahkeme günü olanlardan sonra sana pek güvenemiyorum Deren. O kadında seni... etkileyen ne var bilmiyorum ama yeterince öfkeli değilmişsin gibi hissediyorum."
Öfkeliyim!
Gerçekten çok... öfkeliyim!
"Sen önce kocan olacak itin yaptıklarını düşün, sonra bunu dertlen. Sana, Karmen'in doğruyu söylediğini söyledim ama inanmadın Nalan." Ellerimi cebime koyarken sertçe baktım gözlerine. "Ben en azından Karmen'in yaptıklarını inkâr etmiyorum ama sen Derya'nın yaptıklarını inkâr ediyorsun."
Sabırlı kalmaya çalışıyormuş gibi derin nefesler alarak adliye binasından benimle çıktı. "Çünkü bir deliye inanmam mümkün değil. Derya'nın bunları en başından beri bildiğiyle ilgili kanıt getir, inanayım."
"Deli deyip durma, ayarlarımla oynama, düzgünce konuşuyoruz şurada," diye istemsiz bir tepki verdim.
"Al işte!"
Her zaman olduğu gibi yine gazeteci muhabirler Nalan'ın etrafını sarıp sorular sormaya başladığında, aralıktan süzülüp çıktım. Hem sosyeteden çok arkadaşı olduğu hem de babası şöhretli bir gazeteci olduğu için her zaman kameraların odağındaydı. Biraz uzaklaştığımda kafamı sol tarafa çevirip arabama baktım ama ben daha ilerlemeden Utku'nun Nil ile bankta olduğunu gördüm. Arabadan çıkmamaları gerektiğini söylemiştim, tüm bu karmaşa Nil'in aklını daha fazla karıştırıyordu. Elinde bir pamuk şeker tutmuş, Utku'ya sevimlilik yapmakla meşguldü.
Düşünüyorum acaba... Karmen'in kızı Nil'e benziyor mudur? Onun gibi neşeli midir? Yoksa annesi gibi sessiz bir asaleti mi vardır?
Arkalarından yaklaştığımda kızımın rüzgârda uçuşan sarı buklelerine içim gitti. Ben bugün beyaz bir gömlekle kumaş pantolon giymişken o da keten beyaz pantolonla lila renginde tişört giyinmişti. Saçlarını da Utku tarayıp bir taç takmıştı. Yaklaştıkça Nil'in, "Utku benim altı paymağım var," dediğini duydum. "Geceleyi ayağımdan bir tane daha parmağım çıkıyor. Babama söyledim, çok korktu. Sen de korktun mu?"
Evet, bir iki gündür böyle bir şeyler anlatıyordu. Hayal dünyasına göz atmayı çok isterdim ama onun gibi düşünmek için çok büyüktüm. Utku onun pamuk şekerinden biraz alıp, "Benim de kafamın arkasında gözlerim var," dedi. "Geceleri ortaya çıkıyor."
"Oha!" dedi Nil.
Utku beni fark edip keyifsizce gülümsediğinde, kızıma yaklaşıp, "Nil," dedim ve o heyecanla bana döndüğünde kollarım arasına aldım. "N'apıyorsun burada küçük hanımefendim? Minik tırtılım?"
Elindeki pamuk şekeri uzattı. "Amcamın aldığı şekeri yeyken seni bekliyordum."
"Amcana de ki, babam bana baktığın için sana teşekkür ediyor."
Nil kafasını salladı ve bunu demek üzere amcasına döndü. "Babam teşekkür ediyoymuş amca, bana baktığın için."
Utku eğilip yanağından öptü. "Güzele bakmak sevaptır Nil."
Kardeşime gözlerimi devirirken, Nil anlamamış gibi bana döndü. Başparmağımın kenarıyla dudağında kalmış şekeri temizledim ve onun gözleri parlayarak arkama çevrildiğinde Nalan'ın geldiğini anladım. Kendisini onun kollarına atarak, "Anne," dediğinde Nalan eğilip onu öptü. "Nil'im, n'apıyorsun, nasılsın aşkım?"
Annesine de, "Şeker yiyorum," diyerek pembe şekeri gösterdi. "İster misin?"
"Yok anneciğim, sen ye. Yemek de yedin mi? Önce yemek, sonra şeker değil mi?"
Nil hemen kafasını sallayıp onayladı ve Nalan ona uzun uzun bakıp gülümsedikten sonra kalktı. Nil, Nalan'ı en son dün görmüştü. Davayı geri çekmem ve kızımı kendisine bırakmam için son kez konuşmaya geldiğinde. Kızım annesinin bacaklarına sarılırken, Nalan bana bakarak, "Söz verdin," dedi kısık sesiyle. "Nil'i istediğim zaman göreceğim. Ve o kadın, asla görmeyecek."
Nil'in duyup duymadığını kontrol etmek için baktım, daha çok şekerini yemekle ilgileniyordu. Huzursuz ve oldukça tahammülsüz olduğum için kısık sesimle, "Aynı şeyi sorup durma!" diye tersledim. "Hafta sonları gelip görürsün Nil'i, sanki göstermeyecek bir adamım. Tartışma çıkarmaya yer arama, vaktim yok."
Sakinleşmek için iki derin nefes alıp Nil'e baktı ve onun saçlarını okşayarak, "O kadını Nil’le beraber görürsem Nil'i almak için her şeyi yaparım," dedi. "Öyle bir kadının, ailenin Nil'e yaklaşma ihtimali bile kaygılandırıyor beni. İlk seferinde olmadı ama bu Nil'e zarar vermeyecekleri..."
Bir anda Utku'nun, "Karmen öyle bir şey yapmaz," diyen sesini duyduğumda onun bizim konuşmalarımıza kulak misafiri olduğunu anladım. Banktan kalkmış, hemen arkamda dikiliyordu. "Nil'e zarar vermez."
Nalan Utku'ya inanamayarak, "Hafızanı mı kaybettin?" dedi. "Ya siz iyi misiniz? Bu kadın yeğenini kaçırdı Utku! Gelmiş bana zarar vermez diyorsun, neye güvenerek bunu söyleyebiliyorsun!"
Utku sertçe yutkunarak, "Verecek olsa zaten verirdi," dedi. "Ayrıca..."
"Ayrıca, ne?"
"Vermez işte!" dedi Utku, ayağının ucundaki taşa vurarak.
"Pes artık!" Nalan ellerini havaya kaldırıp hayret eder gibi güldü. "Bu kadarı da salaklık!"
Ben dişlerimi sıkarken, Utku Nalan'a doğru bir adım atarak, "Vermez!" diye bağırdı bu kez. Günlerdir benim kadar az tahammülü vardı, gençliğinin verdiği hoyratlıkla ağzına geleni söylüyordu. "Karmen'in kızı öldü! Kendi çocuğu ölen birisi başka çocuklara zarar vermez. Tamam, kaçırdı, onu asla affedemeyiz ama... o Nil'e bir şey yapmaz!"
"Kaymen mi?" dedi Nil, başını kaldırıp. "Hani nerede?"
Karina'nın öldüğünü Karmen'den başka birisinden ikinci duyuşumdu. İlkini kendimden duymuştum, ikincisini de kardeşimden. Boşluğa doğru bakan gözlerimin önüne Karmen'in mezarlıktaki yaralı yüzü oturdu ve gözyaşları hâlâ akmaya devam ediyormuş gibi hissettim. Nalan iki adım kadar gerileyip, "Kızı mı?" diye sordu. "Ne kızı, kafayı mı yedin Utku? Karmen'in... kızı mı ölmüş? Nasıl... Anlamadım?"
"Evet," dedi Utku, sesi bu defa kısık ve öfkesizdi, daha çok kırgındı. "Kızı varmış, ölmüş." Az önce bağırarak söylediği şeyi şimdi ağzına bile almak istemiyormuş gibi fısıltıyla söylüyordu. "Üstelik çok küçükken öldürülmüş. Kendi çocuğunu kaybetmiş, belki Nil'i de bu yüzden almıştır. Acısıyla bir hata yapmıştır..."
Keşke unutabilsem Nil'i benden kaçırdığını, aldığını, beni bu acıyla sınadığını...
Ne bu acıyı unutabiliyordum ne de onu.
N'apacağım ben? N'apacağım?
"Ben bilmiyordum," dedi Nalan irkilmiş ses tonuyla. Gözlerini dalgın dalgın kırpıştırıp bana döndü. "Neden söylemedin Deren? Kızı... Nasıl öldürülmüş?"
Boğazımdaki yumruyu itmeye çalışarak elimi boynuma bastırdım. "Benim de yeni haberim oldu. Bilmiyordum." Daha önce birisi hakkında hiç böyle acı bir bilgi öğrenmemiştim.
"Küçükmüş bir de, inanamıyorum." Nalan gözlerini bize doğru bakan Nil'e kaydırdı ve gülümsemeye çalışarak onun kafasını okşadı. "Masum bir bebek, belki mafya çatışmalarına kurban gitmiştir. Çok yazık, çok üzücü."
Karmen'in sırları, gerçekleri, acıları ya da herhangi bir şeyi hakkında Nalan’la daha fazla konuşmayı istemeyip ellerimi birbirine yasladım. "Hadi babacığım," diyerek kızıma eğildim. Onu kucaklayarak doğruldum. "Annene sarıl, gidelim."
Nalan sersemlemiş şekilde kucağımdaki kızımızı öptü, saçlarını okşayıp bir sonraki görüşmelerinde ne istediğini sordu. Nil'in saydıklarını dinledikten sonra da bir daha ona sarıldı. Duyduklarından etkilenmiş gibiydi ama Nalan'ın kalbini hiçbir zaman tamamıyla görmediğim için bilemiyordum. Nil'i koltuğa yerleştirdim ve Utku da onun yanına oturunca, Nalan'a dönüp kafa selamı verdim.
Adliyeden uzaklaşırken arabada konuşan tek kişi kızımdı. Şarkı açmamı istemişti ve o şarkıya eşlik ediyordu. Bazı harfleri hâlâ çıkaramaması beni gülümsetiyordu. Bir iki yıl sonra tamamıyla konuşmayı sökmüş olurdu.
"Kızdın mı?" diyerek dakikalar sonra konuştu kardeşim. "Nalan'a Karina'dan bahsettiğim için?"
Nil şarkı söylemeye ara vererek, "Kayina'ya n'olmuş?" diye sordu. "Ay keşke göysem Kayina'yı."
Bu sorunun cevabını kızıma açıklayamayacağım için Utku'ya cevap verdim. "Kızmadım. Ama Karina'dan birisine bahsederken hep iki kez düşün. Nil için nasıl hassasiyet gösteriyorsan onun için de göster."
Utku kara gözleriyle ruhumu görmeye çalışıyormuş gibi uzun saniyeler bakıp başını salladı. "Bir çocuk olduğu için mi? Karmen'in çocuğu olduğu için mi?"
Bir şey demeden arabamı, önünden geçtiğim dükkânın kaldırımında durdurdum. Nil yapış yapış ellerini Utku'ya gösterirken de arabadan inip ilerledim. Çiçekçi dükkanının önünde durup tezgâhtaki renkli çiçeklere bakarken her birinin ne anlama geliyor olduğunu düşündüm. Sarı laleler, mor şakayıklar, kırmızı karanfiller, pembe güller, nilüferler...
Karmen bence en çok kırmızı ve mor olanları severdi. Belki beyazları da.
"Çiçek mi alacaksınız beyefendi?"
Seslenen kadın satıcıya döndüm ve elinde bir makasla çiçek tuttuğunu gördüm. "Çocuklar hangisini daha çok sever?" diye sordum.
"Aa, bir çocuğa mı alacaksınız?" Kadın taze çiçeklere göz attı. "Henüz çocuk oldukları için ayırt etmezler, hepsini severler bence."
Nil'e sorsaydım keşke, onun en sevdiği çiçek vardır mutlaka. "Madem öyle, hepsinden birer tane alayım."
"Yalnız çiçeklerimiz çok taze, seramızda yetiştiriyoruz. Fiyatlarını öğrenmek ister misiniz?"
"Gerek yok, alacağım zaten."
Kadın elindekileri bırakıp istediğim gibi her çiçekten bir tane aldı, deste haline getirip sardı. Paketi tamamladığında ücretini ödeyerek çıktım ve ellerimde duran çiçeklere bakarak arabaya ilerledim. Şoför koltuğuna oturup çiçek destesini yan koltuğa bıraktığımda, Nil heyecanla, "Bana çiçek mi aldın?" diye sordu.
Kızımın gönlünü kırmamak için desteden bir tane çiçek aldım ve ona uzattım. "Evet, bu senin için kızım."
Heyecanla uzanırken, "Meysi," dedi.
Bir an elimde çiçekle kaldım ve bu kelimeyi bana kullanan diğer bir yüzü hatırlayıp yutkundum. "Mersi mi demek istedin? Bunu nereden öğrendin?"
Nil mavi gözlerini kırpıştırdı. "Aklımda kalmış babacığım."
Onu zorlamamaya çalıştım ve çiçeği tekrar eline bırakırken normal davrandım. "Senin kadar güzel olmasa da al tırtılım."
Sonunda çiçeği elimden alıp koklarken dalgın dalgın, "Kaymen de böyle söylemişti," dedi.
Utku ile onun dudaklarından çıkacaklara dikkat kesildik ve, "Ne söylemişti?" diye sordum.
"Bana çiçek almıştı." Utku elini Nil'in elindeki çiçeğin sapında gezdirince dikenleri olup olmadığını kontrol ettiğini anladım. "Bir de bana kazak giydirmişti. Senden güzel değil demişti. Hıyka mıydı yoksa hatırlamıyorum ama düğmeleri vardı... Kayina'nınmış, bana biyaz küçük geliyordu."
Ciğerime iki ayrı nefes çekip başımı kaldırınca Utku ile göz göze geldik. Onun da gözlerinde benim gibi sorgulayıcılık, kırgınlık vardı. Nil'in yanağını okşayarak, "Demek sana çiçek almıştı," dedim. "Ne renkti?"
Parmağını ısırdı ve hatırlamış gibi, "Beyazdı," dedi coşkuyla.
"Sen n'apmıştın o çiçek verince?"
Bakışlarını kaçırarak, "Sarılmıştım," dedi. "Kaymen çok sıkı sarılıyoy biliyor musun baba!"
Biliyorum bebeğim, biliyorum...
Kızımın güzel yüzünü, saçlarını bir daha okşayıp önüme döndüm ve ellerimi direksiyona sarıp kendimi arkaya yasladım. Yutkunurken arabanın tavanına, yanmayan tavan lambasına bakıyordum. Uzun zamandır birinin yüzünü daha iyi görmek için tavan lambasını yakmıyordum.
Arabayı kaldığım yerden çalıştırdım ve kestirmeden giderek dar sokaklara girdim. Yanından geçtiğim uzun ağaçların gölgesini takip edip arabamı müsait bir aralığa park ettim. Utku etrafımıza bakıp, "Mezarlığa mı geldik?" diye sordu rahatsızca. "Abi, yoksa..."
Arabadan inip Nil'i arka koltuktan kucağıma aldım ve Utku'ya, "Çiçekleri al," dedim.
Yüzüme, beyazlamış bir suratla bakıp çiçek buketini aldı ve yanıma geldi. Kapıları kilitledim ve mezarlığın içine girdiğimizde Nil bana bakarak elindeki çiçek için teşekkür etti. Hâlâ az önce Karmen'den bahsettiğinin farkında değildi. "Baba, dün Utku ile kumbayamı açtık. Tam iki yüz dört liram varmış."
"Benden zenginsin," dedim ona.
Ufacık dişlerini göstererek gülümsedi ve sonra omzumun üzerinden arkaya gözlerini kısarak baktı. "Utku biy liramı çaldı!"
"Tüh," dedim kızımı kalbime daha da bastırarak. "Dünyaları alırdın o bir lirayla."
Nil'in başını omzuma koyup ileriye baktım ve yerini hatırladığım mezarlığa ulaşınca yavaşladım. Utku da arkamda durarak bakışlarımı takip etti ve derin nefes alıp, "Leylan mı?" diye sordu şaşkınca.
"Sahte ismiymiş, zamanında öyle gömmüşler."
Karmen'ın kızını gömmeleri, bunun dudaklarımdan böyle çıkması...
Nasıl dayandın Karmen? Nasıl?
"Yani burası... Karina'nın mezarı mı?" diye doğrulamak istedi kardeşim. "Ne kadar ufak."
Bir adımımın genişliğinden bile küçük...
Kalbinin durduğu ilk anı düşünürken hep nasıl öldüğünü merak ediyordum.
Utku'nun elindeki çiçek buketini aldım ve Nil kollarını boynuma sararken, eğilip çiçekleri mezarının üstüne koydum. Toprak biraz nemliydi, birkaç gün önce yağmur yağmıştı. O gece muhatap olduğum adam hâlâ her gün gelip mezarlığı kontrol ediyor, koruyor ve bir süreden sonra ayrılıyordu. "Merhaba," diye fısıldadım Karina'ya.
"Merhaba baba," dedi Nil, gülerek.
Çiçeklerin topraktaki görünüşlerini izleyerek doğruldum ve Utku yaklaşıp mezara daha yakından bakarken, "Karmen'in buraya geldiğinde nasıl hissettiğini tahmin edemiyorum," dedi. "Kızı kendisine benziyor muydu acaba?"
"Benziyor," diye cevap verdim.
O fotoğraftaki kızın yüzünde darp izleri vardı, şiddete uğramıştı, incinmişti, kameraya ürkerek, ağlayarak bakıyordu...
Bakışlarımı gökyüzüne kaldırıp tenime ısıtan güneşe baktım ve Utku aldığı cevaptan sonra sessizleşti. Muhakkak daha sonra nereden bildiğimi de sorardı. Öldüğünü bildiği için Karmen o fotoğrafı gördüğünde, benim Nil'in fotoğrafını gördüğümden daha çok acı çekmiş olmalıydı.
Nil'in yüzünün o şekilde darp edildiğini düşünüyorum da...
"Baba, kaşın niye ıslanmış," diyerek kirpiklerime dokunan Nil'i hissedince onun mavi gözlerine bakarak, "O kirpik," dedim. "Kaş değil."
"Hıı." Kirpiklerimi silmeye çalıştı. "Islanmış."
"Rüzgâr gözlerimi kuruttu biraz," dedim.
"Ay hani rüzgâr?" dedi etrafında arayarak. "Saçlayım uçuşmuyor."
Utku, Nil'in yaslandığı omzumun tarafına geçip uçuşması için onun saçlarına üfleyince kızım mest oldu. Onu Utku'nun güvenli kollarına bırakıp mezara bir adım daha gittim ve tek dizimi yere yaslayarak eğildim. Parmaklarım toprağa dokununca o gün Karmen'in pijamalarla, çıplak ayaklarla buraya nasıl kapandığını hatırladım. Aklını kaybetmiş gibiydi, kızını kaybetmek aklını kaybetmekti belki de. "Annen, Mark'ı öldürdü mü Karina?" diye fısıldadım. "Yoksa hâlâ hayatta mı?"
Bir süre sanki cevap bekliyormuş gibi mezara bakıp buketten bir tane çiçek çıkardım ve mezar taşının önüne koydum. "Yüzündeki o morluğa, gözlerindeki o ürkek bakışa Feda sebep olduysa eğer merak etme, onu öldürdüm."
Peki ya o kadın doktor Karina'ya ne yapmıştı da Karmen onu öldürmüştü?
Acaba organlarını mı almıştı? Bu herifler organ mafyasıydı nihayetinde.
Feda'yı benden bu yüzden almıştı, kendisi öldürmek için.
"Annenin seni çok sevdiği aşikâr," dedim elimi topraktan ayıramadan. "Gitti ama seni sevmediğinden değil, bizim çatışmamız yüzünden." Neden kızı ile Karmen'in arasını güzel tutmak istiyordum? Neden birden bunları söylüyordum? "Çok güzel bir kızmışsın. Yani hayır, affedersin... öyle demek istemedim. Çok güzel bir kızsın."
Karmen burada olmamı ister miydi ki buradaydım?
Bir avuç toprağı sıktım ve çiçeklerden birisi rüzgârda uçtuğunda onu alıp tekrar buketin içine koydum. Acaba çiçeğe alerjisi var mıdır? Mesela Nil'in çileğe vardı, ona çilekli hiçbir şey yedirip içirmezdim. Acaba Karina'nın neye alerjisi vardı? En sevdiği meyve neydi? Ya da Nil gibi çikolatalı sütü sever miydi? Saçları annesi gibi kısa mıydı? Gülüşleri benziyor muydu?
Karina'nın başka fotoğrafları, videoları var mıydı acaba?
Neden... Her şeye rağmen neden görmek istiyordum?
Mezara bir daha bakınca önceden şokta olduğum için fark etmediğim bir detay takıldı gözüme. Mezar taşında doğum ve ölüm tarihi yazıyordu. Öldüğünde... yalnız iki küsür yaşındaymış, gerçekten tahmin ettiğim kadar küçükmüş. Nil ondan daha büyüktü. Ablası yaşındaydı. "Karina... Canın çok acıdı mı acaba?"
"Baba ben buraya ilk kez geldim, neyesi bura?"
Gözlerimi, ellerimin tersiyle ovalayıp doğrulunca kızıma döndüm. Ona buranın neresi olduğunu henüz anlatamazdım, daha ölümün ne olduğunu bile bilmiyordu. "Sen de çiçeğini buraya bırakmak ister misin?"
Benim çiçekleri bıraktığım mezara doğru baktı. Neden bırakmasını söylediğimi anlamasa da ben çiçekleri bıraktığım için kafasını salladı. Kucağımda onunla eğildim ve elindeki çiçeği Karina'nın mezarına bıraktığında, kızımı alnından öptüm.
Mezarlıktan ayrılıp arabaya geri döndüğümüzde Utku'nun bir şeyler sorduğunu algıladım ama dalgınlıktan duyamadım. "Hı?" dedim. "Ne söyledin?"
"Mezara," dedi, koltuğa yerleşerek ellerini deri ceketinden çıkarırken. "Tekrar gelebilir miyim?"
Kapıyı kapatmadan önce uzanıp onun saçlarını okşadım. "Gelebilirsin abiciğim."
Direksiyon başına geçip arabayı çalıştırınca hâkimiyeti kaybetmemek için onları düşünmedim. Kızımın, arabamı dolduran sesine kulak verip gerçekten burada olduğuna kendimi inandırdım. Nil'i bulmuş olmama rağmen hâlâ nadiren uyuyabiliyordum ve uyandığımda ilk aklıma gelen Nil'in kaybolduğu oluyordu. Nil'in kaybolma korkusu ve benim onu bırakma korkum hiç geçmiyordu.
Eve geldiğimizde Utku, Nil'i alıp indi ve benim hâlâ direksiyonda olduğumu görüp, "Gelmiyor musun?" diye sordu. Yüzü, bakışları çok yorgundu ama Nil'i tutuşu sımsıkı ve güven vericiydi. Bana güven vericiydi. Onun yanında Nil'e bir şey olmayacağını hissediyordum.
"Kapıyı en az iki kez kilitle, pencereleri sıkıca kapat," dedim kendime engel olamadan.
"Nil," dedi kardeşim, kızıma dönerek. "Bu baban beni salak mı sanıyor da sürekli aynı şeyleri söylüyor."
"Salak Utku," diyerek dil çıkardı.
Utku içten gelmeyen bir gülüşle onun burnunu ısırıp eve yürüdüğünde bir süre bekledim. Kapıyı kilitlediğinden emin olup evin önünde sigara içen korumaya baş selamı verdim. Günlerdir buradan ayrılmıyordu. Evin arka sokağına bakan yerde de gizli bir koruma vardı, uzaktan gözlüyordu evi.
Güneş batarken arabamı evden uzaklaştırıp gaza yüklendim ve yüz kaslarım kendiliğinden gevşedi. Elli bir kilometrelik yolu otuz dakika dolmadan tamamladım ve cezaevinin kapısı önünde beklerken bir daha Mert'in gönderdiği fotoğrafa baktım. Bana cezaevi revirinin doktorlarını bulmuştu. Birisi kadın diğeri erkekti. Karmen'in intihar gerçekleştirirken kestiği kolunun pansumanını ikisinden birisi yapmış olabilirdi.
Kesikler canını çok yakmış mıydı?
Cezaevinin kapısı açıldı ve içeriden trençkotunu kapatan bir kadın çıktı. Fotoğrafla eşleştiğini fark ettiğimde direkt arabadan çıkıp cezaevi yetkililerinin dikkatini çekmeden kadına yaklaşmaya çalıştım. Gölgemi fark edip başını kaldırdığında, "Merhaba," dedim. "Birkaç dakikanız var mı?"
Kadın şöyle bir bana baktı. "Tanışıyor muyuz?"
"Hayır.” Ellerimi kumaş pantolonumun cebine koyarken, rüzgâr gömleğimin ipek kumaşını tenime çarpıyordu. "Size, cezaevinde yatan bir tanıdığım hakkında soru sormak istiyorum. Hemen reddetmeyin, zararlı bir soru değil."
İkilemde kaldığı açık şekilde etrafına bakıp, "Cevap verme yetkim olan bir şeyse sorun," dedi.
Nazik geri dönüşü karşısında minnetimi ifade edecek bir mimik yapmaya çalıştım ama ruhum çekilmiş gibiydi, yaşamımı idame ettirmekten fazlası gelmiyordu elimden. Lafa nasıl girip o kelimeleri ağzıma alacağımı bilemediğim için bocalayıp, "Yakın zamanda cezaevinden ayrılan birisi vardı, ayrılmadan bir süre önce de intihara teşebbüs etmişti," dedim. "Adı... Karmen'di."
Gözleri hemen büyüyünce Karmen'i unutmadığını anladım. Dudakları aralandı ve bana ilk kez görüyormuş gibi baktı, sanırım haberlerde gördüğünden tanımıştı. "Evet," dedi. "Kendisi intihar eyleminde bulundu, benim hatamdı. Revire karın ağrısıyla geldiğinde masamdaki makasımı almış, kendini yaralamış."
Makasla mı? Neden bıçakla olduğunu düşünmüştüm? Doğru, makası bulması bıçağı bulmasından daha kolay olurdu. “Dikkatsizliğiniz,” diye suçladım kadını istemsizce.
"Evet, kendisinden de özür diledim," dedi üzgünce.
Bu yol olmasa başka şekilde yapardı belki de. Nasıl yapardı mesela? Ve o kesiklerin derinliği, en çok onu merak ediyordum. Dikey mi yatay mı? Derin mi yüzeyde mi?
"Nasıl kesmiş?" diye sordum. "Çok... derin miydi? Kaç kesik vardı? Çok kanamış mıydı?"
"İlk müdahaleyi ben yapmadım ama çok kanadığı aşikâr. Diğer doktor arkadaşımın söylediğine göre avucunun içi hep kan doluymuş." Gözlerimi kırmızılık kapladı ve doktor devam etti. "Bunları, zaten davasında intihara teşebbüs ettiği bilindiği için söylüyorum. Sonra pansumanını yaparken kesiklerini gördüm."
Çenem titrerken, "Çok muydu?" diye sordum. Kan çoktu bari o çok olmasın... Ama kan o kadar fazlaysa kesik de fazla olmalıydı.
"Şey, biraz. Hatırladığım kadarıyla yedi kesik vardı. Dördü beşi dikey, diğerleri yataydı." Bunları konuşmaktan hoşlanmayarak geri çekildi. "Neyse ki hayatta, erken müdahale yapıldı."
Beş tanesi dikey, iki tanesi yatay. Kanın... avuçiçini doldurmuş olmasına şaşmamalıyım. O kadar kesikten sonra...
"Kaleminiz var mı?"
"Efendim?" diye anlamayarak.
Gömleğimin kol düğmesini çözüp dirseğime kadar sıyırdım ve kolumun içini göstererek, "Kesikler nasıldı, koluma çizer misiniz?" dedim.
Bana anlamsızca baktı. "İyi misiniz?"
"Neden?"
"İsteğiniz çok garip."
"Sadece... O kesiklerin kolunda nasıl durduğunu görmek istiyorum. Dikeyleri de yatayları da, hepsini çizin."
Kadın aynı bakışlarla bir süre daha baktıktan sonra sersemleyip çantasını açtı ve biraz kurcalayıp bir pilot kalem çıkardı. Sokak lambasının yansıyan ışığı sayesinde kalemi koluma değdirirken, "Hatırlayabildiğim kadarıyla çizeceğim," dedi.
O an sanki ne söylese baş sallayacaktım. "Size intiharıyla ilgili bir şey söyledi mi?" diye sordum kalem kolumda kayarken.
Bir saniye durdu. "Evet, söyledi."
Yoksa... Benim ölmesi için baş salladığımı mı söylemişti.
"Ne dedi?"
"Kızını kaybetmiş," dedi üzülerek. "Kendi suçu olduğunu düşünüyormuş ve o gün bu kendisine bir daha hatırlatılınca daha da suçlu hissetmiş. Anlattıklarına çok üzüldüm, gözlerindeki acı gerçekti..."
Kendisine hatırlatılınca...
Senin gibi bir anne kendi çocuğu için bile eziyettir.
Senin annesi olduğun bir çocuk düşünemiyorum.
Benden bir çocuğun olması için yalvartacağım seni.
Hem kendisini öldürmesini onayladığım hem de ona suçlu hissettirdiğim için yapmıştı.
Kolumda kayan kaleme ve oluşan çiziklere bakarak yutkundum. Doktor bir şeyler söyleyip ardından gitmesi gerektiğinden bahsetti, bana iyi akşamlar dileyerek uzaklaştı. Yanıt bile veremedim, paylaştıkları için teşekkür edemedim. Sersemlemiş şekilde geriye doğru birkaç adım attım ve vücudum arabaya çarpınca kolumdaki çiziklerin yerlerini izledim. Yatay olanlar alt altaydı, dikey olanlarınsa aralarında boşluk vardı ve bir iki tanesi yamuktu. Bir hayli de uzunlardı, sızısı saatler boyunca geçmemiş olmalıydı.
N'aptın bana Karmen? Bana n'aptın da kendi çektiğim acıları değil de senin çektiğin acıları düşünüyorum?
Dakikalardan sonra arabamın kapısını açıp koltuğa yerleştim ve kafamı arkaya yaslayıp çiziklerin yerlerini aklıma kazıdım. Doktor saçma davrandığımı söylüyordu ama kızımın kaybolmasından, Karmen'in hayatıma girmesinden sonra ne normal gerçekleşmişti ki?
Kızımı bulmama rağmen hâlâ bir şeyler kayıpmış gibi hissediyordum.
Dengemi sağlayamadığım için bir türlü arabayı kullanamıyordum. Dengemi oturtmak için çatlayan başımı ovuşturup biraz sakinleşmeyi bekledim. Giderken arkasında bu kadar şeyi bırakıp hepsini unutmamı mı beklemişti? Cidden hayatıma öylece devam etmemi mi bekliyordu? Onun için benim hayatımdan çıkması kolay olabilirdi ama benim için Karmen'i hayatımdan çıkarmak kolay değildi.
Bir sabaha o hiç olmamış gibi başlasam keşke.
Bu kez eminim rüyalarıma gelirdi.
"Neden bana hiçbir şey söylemedin Karmen? Neden sana o kadar şeyi dememe izin verdin?" Ellerimi yüzümden aşağıya indirdim. "Yine çok şey söylerdim ama onları söylemezdim. Neden sustun anlamıyorum, düşünmekten kafayı yiyeceğim artık. Kendimi kaybettirdin bana, kendimi..."
Bir telefonun uzun uzun çalışı düşüncelerimden hayata sevk etti beni. Telefon zil sesim artık Nil'in baba seni çok seviyorum, diyen sesiydi. O sese yarım ağız gülerek telefonu çıkarınca beklediğim bir arama olduğunu görüp açtım. Karşı taraftaki adam, "Abi, bulup paketledik," dediğinde rahat bir nefes verdim. "Gelecek misin? Burada bekleyelim mi?"
"Geliyorum," diyerek aramayı kapattım ve motoru çalıştırıp hızlıca uzaklaştım oradan. Biz adam kaldıracaksa hep aynı mekânı kullanırdık, oraya ilerlemeye başlarken kırmızı ışıkta durup telefonumu bir daha çıkardım. Bir ahbabımı aradım ve telefonu açtığında direkt, "Bana bir helikopter lazım," dedim.
Hattın diğer ucunda gülerek, "Bu ne selam sabahsızlık," dedi.
İsveç dışişleri bakanının oğluydu, daha önce kendisi için çalışmıştım. Çok sayko [SE2] bir herifti ama geri çevirmeyeceğini düşünüyordum. "Selam sabah," diye cevap verip konuşmama devam ettim. "Bana bir özel uçak ayarla, uzun süreli ihtiyacım var."
Konudan bağımsız şekilde, "Kızın nasıl?" diye sordu, demek İsveç'ten bile haberleri takip ediyordu.
"İyi," diyerek kızımın muhabbetini kısa kestim. "Sadete gel, trafikteyim. Ayarlayabilecek misin?"
"Bir iş var," dedi. "Onu yaparsan uçağı direkt sana veririm."
Cazip geldiği için, "İş nedir?" diye sordum.
"İsveç içişleri, bir teröristi İran'da bulup kurtardı. Özel muameleyle bakılıyor, gül gibi yaşıyor anlayacağın." Bu haber birkaç ay önce konuşulmuştu milletvekilinin oturduğu yemek masalarında. "Adamı yakala, ne istersen senin olsun."[SE3]
"Sıkıntılı bir iş," dedim telefonu kulağımla omzum arasına sıkıştırıp direksiyonu çevirirken. "İsveç'e geçtiğimde yüz yüze görüşür, konuşuruz. Uzun süre adamın izini süreceksem uğraşamam, başka kişisel işlerim var benim."
"Adamın görüldüğü yerler var, Türk polisi gözlemliyor ama sen kimseye bırakmadan bu işi halledersin diye düşünüyorum." Beni pohpohlamaya başlamasına göz devirdim. "Yakala şu adamı, sonuçta sadece bir işten fazlası, teröristin teki adam. Namın yürür be oğlum."
"Uçağı daha geri vermem."
Kahkaha attı. "Senindir."
Aramayı, sözleşerek kapattık ve yolun devamında başıma çıkan bu işi düşündüm. Halledersem benim için çok büyük kolaylık olurdu, bir helikopter işime yarardı. Ensemi kaşırken girdiğim caddenin sonuna doğru yavaşladım ve arabamı bu izbe yerde bırakıp dışarıya çıktım. Silahımı belime sıkıştırarak içeriye yürüdüm. Geniş, bir kısmı varil dolu deponun içine girerken ellerimi de ceplerime koydum. Kapının sesiyle beraber muhatapta olduğum iki adam, sandalyenin önünden doğruldular ve böylelikle ben de Yaman'ı görmüş oldum.
Onu ikinci görüşüm, ilk görüşümdeki gibi sandalyede gerçekleşmişti.
Başını kaldırıp bana baktığında, göreceğinin ben olduğunu biliyormuş gibi hiç şaşırmadı. Çenesinden kan sızıyordu, zapt etmek için vurmuş olmalılardı. Önünde durduğumda gözlerimiz uzun süre bir arada kaldı. Gece Üstün'ü araştırmaya başladıktan sonra Yaman'ın onun şoförü olduğunu öğrenmiştim ve bu kaçırma işinde payı olduğundan emin olmuştum. Sol elimi cebimden çıkarıp onun kafasına koydum ve saçlarını sertçe çekip başını arkaya doğru yatırdım. "O gün Gece ile beraber miydin?"
Gece'nin adı geçince duygusuz yüzünde bir şeyler değişti. Bu değişim açık bir kitap gibi okunmuyordu ama dikkatim tamamıyla üzerinde olduğu için anlamıştım. "O günden kastın eğer kızının kaçırıldığı günse Gece öyle bir şey yapmadı. Karmen'i çok sevdiği için suçu üstüne almaya çalışmış. Kızı öldüğü için Karmen'e çok üzülü..."
Elimin tersiyle suratına sertçe geçirdim ve konuşması bıçak gibi kesilirken, tokadımın sesi içeride yankılandı. Kıpkırmızı olan el izime bakarak vurduğum yeri okşarken, "Beni aptal yerine koymaktan vazgeçin," diye fısıldadım. "Gece'nin şoförüsün ve olay yerinden arabayla ayrıldıysa o arabayı sen sürüyor olmalısın. Ayrıca Nil zaten senin adını geçirdi, Gece ile seni tanıyor."
Yüzünü bu tarafa dönerken dişlerini sıktı ve sonra arkasına iyice yaslanarak, "Tabii ya Nil," dedi. Sonra dişlerini göstererek gülümsedi. "Canım benim, âşık bana."
Sağ gözümdeki seğirme yüzünden birkaç saniye konuşamadım. "Ne aşkı lan? Bak, siktirtme ıstırabını... Kızımın adını ağzına alma, bir de yavşak yavşak gülüyorsun!"
"Doğruları konuşmak istemedin mi?" Rahat bir omuz silkişle konuşmaya devam etti. "Kızın beni çok seviyordu, Yaman Yaman diye peşimde dolanıyordu. Sen beni dövdükten sonra eve döndüğümde bir üzüldü bir üzüldü görmen lazım..." sırıttı. "Yaralarıma pansuman yaptı, acayip tatlı bir çocuk. Allah ailesine, yani sana bağışlasın."
Düz düz baktım ve sonra sinirle gülmeye başladım. Ellerimi belimin iki yanına koyduğumda Yaman da bana eşlik ederek kahkaha attı. Birbirimize kafa sallayarak seslice gülmeye devam ederken bir anda suratına geçirip [SE4] sinirden titreyen ellerimle gömlek yakalarını tuttum. "Yaman... Canım benim, bak, öldürürüm seni." Gülümseyerek yanağına iki kez yavaşça vurdum. "Arkamdan o kadar kazık atıp iş çevirdiyseniz benim seni öldüreceğimi de biliyorsundur."
"Ondan şüphem yok, yapabilirsin." Başını iki kez aşağı yukarı salladı. "Ama öldürsen de Gece ve Karmen hakkında hiçbir şey anlatmam. Onlar benim patronlarım, ihanet etmem."
Sadık mıydı yoksa öyleymiş gibi mi davranıyordu anlamak için yüzünü iyice izleyip o saçlarını bir daha çektim. "Biliyor musun, sen ağzını açıp tek kelime söylemesen de işime yarayacaksın." Kafasını arkaya vurarak bıraktım ve ellerimi birbirine sürterek arkamdaki adama işaret verdim. Bunun üzerine birazdan kapı açıldı ve Yaman'ın bakışları omzumun üzerinden arkaya kayarak kocaman oldu. Sırıtarak baktım ve Gece, onu tutan adamla beraber ayaklarını yere vura vura içeriye girdiğinde zamanlamanın güzelliği karşısında derin bir nefes aldım. Yaman sandalyeden kalkmaya çalıştığında da ellerimi omuzlarına koyarak onu koltuğa daha da bastırdım. "Sen ve Gece, Karmen'in bana dönüş biletisiniz."
🎠
İTALYA, SİCİLYA.
"Karmen Hanım, geldik."
Bugün şoförlüğümü yapan Encira'ya gözlüğümün altından bakıp araba kapısını açtım. Dışarıya çıktığımda topuklu ayakkabılarım taşa bastı. Siyah, kutu çantamı kendimle beraber alarak kapıyı çarptım ve gözlüklerimi hafifçe burnuma itip geldiğimiz kiliseye baktım. Sadece yılda bir kez bize uğrayan, bizleri, mafya olduğumuz için sürekli lanetleyen büyükbabamın olduğu kiliseye gelmiştim.
Kendisi medresede yaşıyor ama gün içinde hayır işleri ve küçük çocukları eğitmek için bu kilisede oluyordu. Küçüklüğümde birkaç kez gelmiştim. Başımı arkama çevirince yola çıktığımızdan beri bizi takip eden iki araca baktım. Birkaç koruma dışarıya çıkmış, şimdiden beklemeye başlamışlardı. Üzerimdeki uzun deri ceketin içinde hareket ederek yürümeye başladığımda Enrica, "Ben de geleyim mi efendim?" diye sordu.
"Hayır. Burada kalın."
Saçlarımı kulağımın arkasına koyarak kilise bahçesine açılan siyah, demir kapıdan girdim ve bahçede kol kola girmiş yürüyen iki genç kıza göz atıp ilerledim. Kilisenin kapısını açarken gözlerim tırnaklarımdaki kırmızı ojelere kaydı, dün Angel sürmüştü. İçeriye girdiğimde uzun zamandır gelmediğim için etrafıma bakındım ve ahşap sıralardaki birkaç çocuğu gördüm. Sonra da kilisenin yukarısındaki dedemi. Başını, kürsüye koyup okuduğu İncil’den kaldırdığında anlattığı her şey yarıda kaldı ve gözleri şaşkınlıkla açıldı. Sırıtır gibi gülümseyerek ön taraftaki ahşap sıraya oturup çantamı yanıma bıraktım. Kollarımı göğsümde birleştirip papaz dedemi dinledim.
Bir süre şaşkınlıkla bana baktıktan sonra kürsüye koyduğu İncil’e döndü ve okuduğu sayfayı tamamlarken dakikalar geçti. Dedem çok huysuz ve bizden şikâyetçi olsa da ben gerçekten onu severdim. Buraya Karina'm ile gelip dedemi görmeyi, hatta İncil'i ona da okumasını çok isterdim ama hayatımda kocaman bir fakat vardı.
Dedem, İncil'in o sayfasını bitirip kapattı ve sırada oturan çocuklara kapıyı gösterince hepsi hevesli hevesli dışarıya çıktı. Onların ardından bakıp tekrar yukarıdaki dedeme dönünce, gözlerinin bana kilitli olduğunu gördüm. Sakalları her zaman olduğu gibi uzun ve beyazdı. Hac kolyesi keten, dizlerine kadar uzanan bol gömleğinin üstündeydi. İncil'i okurken yüzünde olan huzurdan eser yoktu, kaşlarını çatmıştı. Bize karşı olan tavrı her zaman bu olduğu için arkasını dönmesine şaşırmadım ama o uzaklaşmadan, "Büyükbaba," diye seslenerek ayağa kalktım.
Arkası bana dönükken durdu ve ben basamakları çıkıp ona arkasından yaklaştım. "Bir hoş geldin, demeyecek misin büyükbaba?"
Omzunun üstünden dönüp şöyle bir baktı bana. Siyah, uzun deri ceketimin altında siyah, vücudumu saran, kalın askılı kısa bir elbise vardı. Belli ki buraya uygun olmadığımı düşünüyordu. "Ne zaman döndün sen?"
"On gün kadar oldu," dedim, gülümseyerek. "Seni görmek için yılbaşını bekleyemedim. Malum, ancak o zaman, o da kafan eserse bize geliyorsun."
"Gelip ne yapacağım o günah yuvasında?" Yüzünü ekşitti.
"Büyükbaba, yüzünü asma, kırışık görünüyorsun."
Hızla kaşlarını çattı ve elimi silkeler gibi bırakıp arkasını döndü. Basamakları dizlerini tuta tuta inerek kilisenin kapısına doğru yürüdüğünde, arkasından biraz ilerleyerek, "Büyükbaba," diye seslendim duygusuzca. Durmadığında tekrar, "Büyükbaba," dedim hırçınca. "Çocuğum öldü."
Ancak bu kelimeler dudaklarımdan çıktığında büyükbabam olduğu yerde durdu. Çenemi dikleştirip daha sakin adımlarla açtığı mesafeyi kapattım ve arkasında durunca profiline bakarak kırışık yanağını izledim. "Mark onu öldürdü büyükbaba. Henüz çok küçükken öldü. İtalya'ya yalnız döndüm. Belki hâlâ bir çocuğum olduğunu düşünüyorsan diye söylemek istedim. Bir kızdı, adı Karina'ydı. Doktorların söylediğine göre uzun süre... boğulmuş, nefes alamayıp ölmüş." Çantamın askısını sıkıca tutarak kısık sesle sordum. "Sen bilirsin diye sana soruyorum büyükbaba, kızım cennettedir değil mi?"
Ağır ağır bana doğru döndü. Bu sefer bakışları şaşkın, üzgündü. Bir şok etkisiyle dudaklarını açıp açıp kapattı. "Kız mıydı?"
Başımı salladım. "Evet, bana benziyordu." Hemen çantamın fermuarını açtım ve büyükbabama göstermek için getirdiğim çerçeveyi çantamdan çıkarıp gösterdim. "Çok güzel, değil mi?"
Büyükbabam ne yaşadığının farkında değilmiş gibi uzanıp elimdeki çerçeveyi aldı. Kızımın büyük dedesiyle tanışmasına gülümserken, "Annene benziyor," diye fısıldadı, duygulanmış sesiyle.
Büyükbabam annemi çok seviyordu, babama kızgın olmasının bir sebebi de buydu. Hem annem bu mafya çatışmaları yüzünden öldüğü hem de bizim de bu yüzden öleceğimizi düşündüğü için öfke duyuyordu ona. "Sende kalabilir," dedim. "Bende birçok fotoğrafı var."
Büyükbabam bir an çerçeveyi uzatacak olsa da vazgeçip kafasını salladı. Eli titriyordu, gözlerini fotoğraftan alamıyordu. Buruk şekilde gülümseyip yanından geçerken, "O senin de torunun sayıldığı için söylemek istedim," dedim. "Ayrıca seni özlemiştim ama mafya torunlarının kiliseye gelmesini sevmediğini biliyorum. Bu yüzden gidiyorum." Parmak uçlarımda biraz yükselip büyükbabamın yanağından öptüm ve sonra gitmek üzere arkamı dönerken gözlüğümü saçlarımdan indiriyordum ki o sırada, "Karmen," dedi büyükbabam. Kolumdan tutunca gözlerimi kafama geri itip ona döndüm. Dedem bu kez bana çok çok nadiren yaptığı şekilde merhametle bakıyordu. "Bu tarifsiz bir acı yavrum, biliyorum."
"Evet."
Bana biraz daha yaklaşıp diğer kolumdan da tuttu ve içtenlikle, "Acılarının dinmesi için tövbe et, hayatının amacı için yaşa," dedi. "Tanrı'dan günahlarını bağışlamasını iste, kalbini huzurla doldur. Yaşadıklarından, kaybettiklerinden ders çıkar Karmen. Abinleri ikna edemiyorum, sen ikna ol."
Belki de böyle huzurlu olabilirdim, bedenimi ve kalbimi sadece Tanrı ile paylaşarak Karina'm için dua ederdim. Fakat yapamazdım, bu intikam ateşini söndürmeden af dileyemezdim. Bana bakan büyükbabamı hayal kırıklığına uğratarak, "Yapamam," dedim. "Ben senin kadar yüce gönüllü değilim. Kızıma bu vahşeti yapanları yalnız Tanrı'nın adaletine bırakamam."
Bakışları hayal kırıklığı ve üzüntüyle gölgelendiğinde kollarından çıkarak uzaklaştım. Gözlüğümü gözlerime indirip arkamı döndüm ve kiliseden çıkıp bahçesinde ilerlerken, araçlarımıza baktım. Enrica kiliseden çıkmış bir çocukla konuşuyordu. Benim yaklaştığımı görünce direkt arabanın arka kapısını açtı. Koltuğa yerleşmeden önce rüzgârda dalgalanan saçlarımı omzuma attım ve yanından geçtiğim oğlanın kafasını okşadım.
Araca bindiğimde Enrica'ya, "Mark'tan yeni bir haber var mı?" diye sordum.
"Evet efendim." Arabanın içini istediğim ısıya getirerek konuştu. "Rusya'dan ayrılmış, izini kaybettirmeye çalıştığı açık."
Tahmin etmiştim. Mark'a gönderdiğim hediyeden sonra ülke değiştirip bir süre döndüğüm haberini güven içinde sindirecekti. Sonra da ya kaçmaya devam edip korkaklık edecek ya da karşıma geçme cesareti gösterecekti.
Onu öldürene kadar eziyet edecek, her anın tadını çıkaracaktım.
"Ama siz izini takip ediyorsunuz değil mi?"
"Evet Karmen. O izini kaçırdığımızı sanıyor, bilhassa öyle düşünmesini sağladık ama her anından haberdarız."
"Ee, bir daha anlatsana, Mark tabutu görünce ne yaptı?"
Enrica gülerek anlatmaya başladı. "Efendim, tabutu açıp içinde kanlı fotoğrafını gördüğünde önüne araba çıkmış bir tavşan kadar korktu. Bir süre hiç konuşamadı, sinirden elleri ayakları titredi. Ancak sonra başını kaldırıp bize baktı, silahını çekip vurmayı denedi ama ona sizin söylediklerinizi ilettiğimde yapamadı. Ona Karmen Russo geri döndü, dedim. Bizlere dokunursa o ellerini keseceğinizi söyledim."
Kıkırdadım. "Bunu ben söylememiştim Enrica."
"Uydurdum."
Eve yaklaştığımızı fark ederek gözlüklerimi bir daha başımın üstüne koydum ve araba geniş arazimize girip diğer arabalarımızın yanında durdu. Enrica dolanıp kapımı açtığında topuklu çizmelerimi yere bastırarak doğruldum, arabadan çıktım.
Üzerimdeki deri ceketi çıkarıyordum ki başımın üstünde bir gürültü fark ettim ve gökyüzüne doğru baktım. Arazimizin sahası içinde helikopterimizin uçtuğunu görünce de sorar gibi Enrica'ya döndüm, "N'oluyor?"
"Söyleyemem efendim," dedi bir gülüşle.
"Topuğuna sıkarım senin," diyerek çantamdan silahımı çıkarıyor gibi yaparken helikopterin daha yakınlaştığını görüp kulağımın birisini kapattım. O sırada malikânenin kapısını açmış, merdivenlerden inen Angel çarpmıştı gözüme. Üzerinde yeşil bir elbise vardı, kahkaha atarak helikoptere bakıyordu. Bu kez ona, "Neler oluyor?" diye sordum.
"Ay keşke birisi bana böyle bir şey yapsa," diyerek omzunun üzerinden arkaya, malikânenin kapısı önünde, elleri ceplerinde duran Salvador'a baktı Angel. Abim, üzerinde bir keten gömlek pantolon takımıyla bizi izliyordu.
Angel'ı bu kadar sevindiren şeyi anlamak için bir daha başımı kaldırdığımda bir anda üzerime doğru uçuşanları gördüm. İlk saniyelerde bunların ne olduğunu kavrayamadım ama ardından üzerime dökülenlerin mor ve beyaz renkteki çiçekler olduğunu gördüm. Helikopterden aşağıya savrulup gökyüzünde uçuştuktan sonra saçlarımdan dökülüyorlardı. İçimdeki ses bu çılgınlığın Dante'ye ait olduğunu söylerken, avucuma düşen beyaz laleye gülümsedim.
"Ben de istiyorum," diyerek helikoptere el salladı Angel, o an.
Helikopter dolandı ve biraz çiçek Angel'ın kafasından aşağıya düşünce yengeme gülümsedim. Arkamı dönüp çantamı Enrica'ya verdim ve eğilip yerdeki çiçekleri toplarken Karina'mın mezarını düşündüm. Keşke gittiğim son seferde bir çiçek götürseydim, hatıra olurdu.
"Salvador!" Helikopter araziye doğru iniş yaparken, yengem hâlâ kapıda dikilen en büyük abime dönerek ellerini çenesinin altında birleştirdi. "Haftada bir bundan istiyorum, lütfen yapar mısın?"
Abim yengeme kaşlarını kaldırıp arkasını dönünce, Angel giydiği babetleriyle evin merdivenine doğru koşmaya başladı. "Salvador, kocam lütfen biraz düşünür müsün? On günde bir de yapabiliriz?"
Yengeme gülümserken, gözlerim evimizin camındaki babamla bir araya geldi. Tekerlekli sandalyesiyle odasının camı önündeydi, doğrudan beni izliyordu. Babam ani değişimimi sakin bakışlarla, düşünceli ifadeyle karşılıyordu ama buradan bile gülümsediğini görüyordum.
Ona öpücük attım.
Helikopterin pervanelerindeki ses sonlanınca başımı çevirip baktım ve Dante'nin dışarıya çıktığını gördüm. Üzerinde siyah kumaş ceket ile pantolon takımı vardı, içindeki gömleğinin birkaç üst düğmesi açıktı. Saçlarını düzelterek yanıma yürürken elinde bir beyaz lale vardı.
Nil'e beyaz laleler almıştım.
Dante son çiçeği de bana uzattığında elinden alarak, "Bu şov neydi şimdi?" dedim sırıtarak.
"Güzel kardeşime bir küçük hoş geldin hediyesi." Eğilip yanağımdan öptü.
"Küçük?"
"Yalnızca yüz elli adet çiçek vardı, bence küçük bir hediyeydi."
Kıkırdayarak Dante'nin boynuna atladım ve kolları etrafıma dolanıp ayaklarımı yerden kesti. Beni etrafımızda döndürürken saçlarım rüzgârda uçuşuyordu. Çiçeğimi burnuma götürüp koklarken, Dante yanağımdan öperek beni malikâneye götürmeye başladı. "Aslında başından aşağı su boşaltacaktım ama geçirdiğin dönüşüm sonrası beni öldürürsün diye yapamadım."
"Öldürmezdim ama seni o helikopterin pervanesine takıp bir tur döndürürdüm."
"Ee tabii, bir Karmen Russo kolay yetişmiyor sonuçta."
Abim, eve kendi ayaklarım üzerinde girmem için beni bıraktığında hâlâ elimde lale tutuyordum. İçeriye girdiğimde Angel ile Salvador'un sesini salondan duyarak oraya ilerledim. Büyük salona inince abimin koltukta, Angel'ın da dizinde oturduğunu gördüm. Son derece masum görünerek abimi bu helikopterden çiçek düşürme konusunda ikna etmeye çalışıyor ve abim de onun parmaklarını öperek, "Sen benim kafama topuklu ayakkabılar fırlatıyorsun, ben neden senin kafandan aşağıya çiçekler döküyorum?" diye soruyordu.
Dante yanımdan geçip onların karşısındaki koltuğa otururken silahını çıkarıp bir mendille ucunu temizledi, yeni kullanmış gibiydi. Angel kıkırdayarak, "Beni sinirlendirirsen yine ayakkabı fırlatırım, bu ikisinin alakası yok aşkım," dedi.
Salvador yengeme kafasını iki yana sallayarak gülerken, Dante'ye de, "Kaldırsana şu silahı, kazayla karımı vuracaksın," diye homurdandı.
"Kurtulursun işte," diyerek Angel'a göz kırptı Dante.
Angel omzunun üstünden dönüp Dante'ye gözlerini kıstı. "Beni kazayla vursan dönüp kendini öldürürsün sen." Sonra abime dönerek kollarını daha sıkı şekilde doladı. "Kafamdan aşağıya çiçekler dökecek misin?"
"Bir daha kafama topuklu ayakkabı fırlatmayacaksan dökeceğim," dedi abim, onun kızıl saçlarını koklayarak.
Angel suçlulukla başını önüne eğdi. "Üzgünüm, sinirlenip yine fırlatırım."
"O zaman yok."
"Ama kocam..."
Dante'nin silahını bıraktığını görerek arkamı döndüm ve üst katlara çıkmak için asansör kullandım. Noah'a ait katta inince sessizlikte yavaşça ilerledim. Noah, o günden beri kendisini bu kata kapatmış, bize az katılmıştı. Konuştuğunu birkaç kez duymuştum. Ses tonu bugünlerde öfke ve acı doluydu.
Günlerini geçirdiği kütüphanenin kapısını açtım ve raflar arasında dolaşıp abimi ararken, "Çizmelerinin sesini duyuyorum," dediğini işitip sesine gittim.
"Çizme giydiğimi nereden biliyorsun?" diye sorarak köşedeki raftan döndüm ve onun elindeki kitabı rafa koyduğunu gördüm. Başını çevirip bakarken, "Sabah ayrılırken seni camdan görmüştüm," dedi.
Noah'ın üzerinde hiçbir şey yoktu, altında da sadece eşofmanı. Saçları dağınıktı, yüzünde iki günlük sakal oluşmuştu. Bir omzunu kitaplığa yaslayıp, "Çok güzel görünüyorsun," dediğinde karşısına geçip gülümsedim. "İyi misin sen?"
Sessiz kalıp kollarını göğsünde birleştirdiğinde iç çekerek, "Ona âşık mısın?" diye sordum.
"İlk gördüğüm andan beri. Gözlerini bana çevirdiği ilk andan beri. Konuştuğumuz ilk andan beri."
Gözlerimin önüne Deren'den birkaç parça anı kopup gelince yanımdaki yumruğumu sıktım. "Her seferinde tekrardan âşık olmuşsun gibi bahsediyorsun."
"Görmelisin Karmen, o kadar güzel ki..." bakışları havada asılı kaldı. "Benim için bir melekten farksız. O kadar narin, o kadar masum, o kadar kırılgan..."
Gözümde onun anlattığı kadarıyla, yalnız kanatları eksik olan bir kadın canlandı.
"O zaman neden gidip onu almıyorsun?"
Gözleri daldığı boşluktan ayrılıp bana döndü. "Bu bir savaş başlatmak olur."
Gülümseyerek, "Değmez mi?" diye sordum.
Bakışlarındaki o cam kırıldı ve içeriye ışık girdi. Yaslandığı raftan ayrılarak, "Değer," diye fısıldadı. "Doğru, değer."
Doğrulamak için, "O da sana âşık değil mi?" diye sordum.
Dudaklarındaki küçük bir kıvrılmayla, "Âşık," dedi. "Âşık, biliyorum."
"Kaç kez bir araya gelmiştiniz?" diye sordum. Çünkü anladığıma göre kız bir süredir suaygırı ile nişanlıymış, kolay kolay baş başa kalmış olamazlardı.
"İki kez," dedi.
Bir an duraksadım. "İki kez görüştünüz ve birbirinize âşık olduğunuza eminsiniz?"
"Evet. Çünkü ilk görüştüğümüzde ben onu öptüm, ikinci görüştüğümüzde de o beni." Heyecanlanmış şekilde arkasını dönüp kütüphanenin çıkışına yürümeye başladığında onu takip ettim.
Dante'den o kızın neden suaygırı ile evlenmek zorunda kaldığını öğrenmiştim. Ailesi kızı bir karşılık olarak onunla nişanlandırmıştı ve anladığım kadarıyla kız karşı koyamamıştı. Noah, eminim ki evlendirilmesine izin vermeden o kızı alırdı ama İstanbul'a ani gelişi işleri karıştırmış olmalıydı. Onunla koridora çıktığımızda, "Üçüncü görüşmenizde de sevişecek misiniz?" diye sorma gafletinde bulundum.
Noah, odasının kapısını açmak üzereyken dönüp bana baktı ve gözlerini uyarır gibi kıstı. "Kız kardeşimin sevişmek kelimesini kullanmasından hoşlanmıyorum."
Heceleyerek, "Sevişmek," dedim ve Noah bir anda üzerime doğru koşmaya başlayınca arkamı dönüp gülerek asansöre ilerledim. Abim henüz bana ulaşmadan asansöre bindim ve o elini içeriye uzatmak üzereyken dil çıkarıp kapıları kapattım. O kızmaya devam ederken de asansör üç kat çıktı.
Bana ait olan kata ulaşınca üzerimdeki ceketi çıkarıp odama ilerledim. Üzerimdeki siyah elbiseyle bir ev basmaya gidemezdim. Bu yüzden iç çamaşırlarımla kalana kadar soyunup yatak odamdaki kıyafet bölmesine ilerledim. Dolap kapaklarını açıp yüksek bel deri pantolonu alıp giyindim ve üzerime ince askılı siyah atlet geçirdim. Saçlarımı düzelterek odamdan çıktım ve kattaki bir başka odaya yöneldim. Kapıyı açıp seneler sonra girdiğim kütüphanede ilerledim. Benden sonra kimse girmemiş gibiydi ama biraz sonra masada açık kalmış bir kitap görünce gidip ne olduğuna baktım. Bu babamın en sevdiği kitaptı. Demek en sevdiği kitabı burada okumuştu.
Kitaplığın en sonuna dek ilerleyip rafı çevirdim ve başka bir yere açılan koridora girdim. Burada çok sayıda silah, çelik yelek, depolanmış kurşun vardı. İhtiyacım halinde buraya geliyordum. Dar koridorun iki tarafında olan dolapları açıp baktım ve senelerdir elimi sürmediğim silahlardan birisini aldım. Elimde nasıl durduğuna bakarken gülümsedim. Bu tabanca George Washington'ın silahıydı ve Salvador bir müzayedede dört milyon dolara satın alıp bana hediye etmişti.
"Acaba Mark'ı da mı bununla öldürsem?" diye düşünerek bir de çelik yelek aldım ve oradan ayrılıp odama döndüm. Birkaç gündür evin arazisinde eski formuma dönmek için çalışıyordum. Gücümü toplamıştım, ruhen ve fiziken geçtiğimiz günlerdeki kadar dayanıksız değildim. Dövüş becerilerim üzerinde de çalışmış, Enrica'yı dövmekte pek zorlanmadığımı görünce kaldığım yerden devam etmede sakınca bulmamıştım.
Odama girdim ve çelik yeleği giyip tekrar dolabıma ilerledim. Çelik yeleğimi kapatan bir kıyafet ararken de gözüm başka bir şeye takıldı. Dizlerimi kırıp dolabımın altına eğildiğimde burada bir çelik yelek buldum ve elim ona değdiği an duygular kalbime akın etti. Bir nefes kesilmesiyle o yeleği aldım. Deren'in o yangına girmeden önce bana giydirdiği çelik yelekti. Nasıl burada olduğunu birkaç saniye sonra anlayabildim. Noah bazı eşyalarımı getirirken bunun da bana ait olduğunu sanmış olabilirdi.
Bunu giyersem kalbimi korur mu?
Çelik yelekle beraber doğrulup üzerimdekini çıkardım ve siyah atletin üzerine bunu giyindim. Aynadaki yansımama bakarken de ellerim yeleğin üzerinde geziniyordu. Acaba bu çelik yeleğe kaç kurşun saplanmıştı, izlerini görebiliyordum ama sayısını tahmin etmek zordu. Deren kaç kez ölümden dönmüştü? Bu kadar çok mu?
Çelik yeleğin üzerinden kendime sarılıp bir süre gözlerim kapalı bekledim.
Daha sonra sırtımı dikleştirip aynaya sırt çevirdim ve üzerime siyah, fermuarı boğazıma kadar olan bir deri ceket giyindim. Vücudumun hatları bu kıyafetlerin içinde belirgin görünüyordu. Saçlarımı aynanın önündeki fırçayla düzeltip dümdüz bir kısmını kulağımın arkasına koydum ve silahımla birlikte odadan ayrılınca, koridorda yürüyen Noah'ı gördüm. Hazırlanmıştı. Siyah gömlek ve pantolonunu yine aynı renkteki ceketi tamamlıyordu. "Hazır mısın?"
"Çok."
Asansöre bindiğimizde Noah o kadar heyecanlı görünüyordu ki, Marianne'i daha fazla merak ettim. Üzerinde iki silah taşıyordu, çelik yeleğini giydiğine şüphe yoktu. Aşağıya inip salondan girdiğimizde Salvador'un bir telefon konuşması yaptığını gördüm. Yanmayan şöminenin önündeydi, sırtı bize dönüktü. Etrafta Dante'yi arayınca da camdan dışarıda gördüm onu. Evin arka bahçesinde iki korumayla konuşuyor, sigara içiyordu. Salvador abim telefon görüşmesini bitirip bize döndü ve kılığımızı süzerek, "Nereye?" diye sordu.
Noah bir adım öne çıktı. "Marianne'i almaya gidiyoruz."
Salvador elindeki telefonu cebine doğru koyup bir süre düşünceli şekilde Noah'a baktı. "Bu bize çok fazla sorun çıkaracak.”
"Biliyorum," dedi Noah, ellerini önünde bağlayarak. "Sorunları size yansıtmadan başa çıkmaya çalışırım. İstersen Marianne'i aldıktan sonra biraz gözden kaybolabilir..."
"Hayır!" diyerek direkt ellerini olmaz dercesine kaldırdı Salvador. "Kesinlikle uzaklaşamazsın." Bana doğru bakıp tekrar Noah'a döndü. "Birimiz uzaklaştığında neler olduğunu gördük. Herhangi birimize tekrar bir şey olmasına izin vermem."
Karina'mı düşünmemeye çalıştım ki dönüşümümdeki kararlılığımı koruyayım.
"Gidebilir miyim?" diye sordu Noah, bir daha.
Salvador çenesiyle bahçedeki Dante'yi gösterdi. "Bu aptal da sizinle gelsin."
Noah, Salvador'dan aldığı onayla beraber onun yanına yürüdü ve en büyük abimize sıkıca sarıldı. Başımı yana eğip kirpiklerimin ardından onları izlerken, Dante'nin de yaklaştığını gördüm. Açık camdan içeriye, eve girerek, "Yine aile saadet saatimiz mi?" dedi Noah ile Salvador'un sarılmasına yüz buruşturarak. "Sıkıcı olmaya başladı."
"Bunu, biraz önce helikopterle Karmen'in başından aşağı çiçekler düşüren sen mi söylüyorsun?" dedi Noah, ona yürüyüp karnını yumruklarken.
Dante yumruklardan gerileyerek bana göz kırptı. "En azından havalıydı."
Evden, Dante'yi de alarak ayrıldıktan sonra siyah, zırhlı geniş aracımıza bindik. Şoförümüz direksiyona otururken biz arkaya yerleşmiştik. Arkada, birbirine karşılıklı, krem deri koltuklar vardı. Dante silahının mermilerini kontrol ederken Noah da sabırsızca elleriyle oynuyordu.
"Gerekirse suaygırını öldürecek miyiz?" diye sordu Dante.
"Evet," dedim.
İkisi de bana göz attıktan sonra, "Sonuçları umurumda değil," dedi Noah, gözünü karartmış şekilde. "Marianne'i o evden almadan çıkmayacağım."
Dakikalar sonra yolculuğun sonuna geldiğimizi fark ederken aracımız yavaşladı. Camlardan dışarıya suaygırının büyük evine bakarken aracın etrafını korumaları çoktan sarmıştı bile. Habersiz gelişimiz hoş karşılanmayacaktı. Kapılar açıldığında Noah indi ve koruma direkt karşısına geçerek, "Geleceğinizden haberimiz yoktu," dedi. O sırada korumalarımızın bulunduğu iki araç da durmuş, tanıdık yüzler aşağıya inip etrafımızda kalkan oluşturmuştu. Dışarıda toplam otuz tane kadar koruma olduğunu görüp çıktım ve Dante de beni takip edince korumalar bize baktı. Beni gördükleri andaki şaşkınlıkları, henüz gelişimin onların kulağına ulaşmadığının farkına varmamı sağladı. "Orlando Bey yok, sizi misafir edemeyeceğim."
Noah bir adım daha öne çıkıp, "Misafir değilim," dedi ve silahını kaldırıp adamın yüzünün etrafında, çenesinde dolaştırdı. "Baskına geldim."
Korumaları direkt, bizimle muhatap olan korumanın arkasından silahlarını çıkarıp bize doğrulttuklarında, sırasıyla hepsinin gözlerine baktım. Noah'ın arkasından çıkıp onlara doğru ilerlerken, Dante de Noah'a katılarak, "Bize karşı hiç şansının olmadığını sen de biliyorsun," dedi. "Ya sessizce girip bizim olanı alacağız ya da biraz gürültü çıkaracağız."
Sırtım abilerime ve o adama dönük şekilde, diğer korumalara bakarak eve ilerlemeye devam ettiğimde, korumalardan birisi karşıma geçip silahını yüzüme doğrulttu. "Karmen Hanım, giremezsiniz," dedi. "Orlando Bey'in izni ve haberi yok."
Dante'nin sorusunun cevabı belli olmuştu, gürültü çıkartmak istiyorlardı. Düşünmeye gerek görmeden silahımı kaldırıp alnının ortasından ateşledim ve arkamda çıkan kargaşaya bakmadan eve doğru ilerledim.
Abilerimin arkamı koruyacağını biliyordum.
Silah seslerini arkamda bırakıp süratle eve ilerlerken parmağım silahımın tetiğindeydi ve evden çıkacak birisi için tedbirliydim. Arkamdaki adım seslerini duyunca dönüp bir saniye için baktım ve sırtı bana dönük korumamızın beni koruyarak peşimden geldiğini gördüm. Bunun üzerine tekrar önüme bakıp evin kapısından girdim ve karşıma çıkan şaşkın yardımcıya, "Merhaba tatlım," dedim. "Marianne nerede?"
Elimdeki silaha bakarak geriye doğru iki adım attı, konuşamadan merdiveni gösterdi. Herhalde biraz daha gürültü çıkarmam gerektiğini düşünerek silahımı suratına hedef alınca, "İkinci katta!" dedi hemen, ellerini teslim olur gibi kaldırarak. "Sağdan... ikinci oda."
Takdir ederek yanağını okşadım. "Teşekkür ederim canım."
Yardımcı arkamda kalırken dönüp merdivenleri koşarak çıkmaya başladım ve Enrica etrafımı koruyarak arkamdan gelmeye devam etti. İlk kattan sonra ikinci katı da çıktım ve sağ taraftaki ikinci kapıyı sertçe açtım. Marianne'i nasıl bulacağımı bilmediğim için Enrica'ya, "Dışarıda kal," diye emrettim ve odanın içine girdim.
Kapıyı açtığım an görünen büyük yatağa doğru ilerlerken, sarı saçları yatağa düşen kadını fark ettim. Odanın büyüklüğünde temkinle yürüyüp yüzünü görebileceğim şekilde yaklaşınca tüm gürültüye rağmen nasıl uyumaya devam ettiğini anladım. Uyumuyordu, baygındı. Üzerinde beyaz bir gecelik vardı ve yakasına kan sıçramıştı. Dudağı patlamıştı, kan oradan sızmış olabilirdi. Elmacıkkemiğinde de yeni bir morluk vardı, sarı tutamlarının birazı yanağını kapatıyordu. Silahımı, korkmaması için arkamda saklayıp omzuna hafifçe dokundum. "Marianne?"
Vücudu yumuşak itişimden hiç etkilenmeyince yüzüne biraz daha alçaldım ve ses çoğaltarak, "Marianne," dedim. "Uyan, gitmemiz gerekli."
İkinci temasımdan sonra kirpikleri hareket etti ve dudaklarından bir inleme çıkarak elini kaldırmaya çalıştı. Ona yardımcı olarak elini tuttuğumda gözleri açıldı ve birkaç saniyenin ardından bakışlarına korku yerleşti. "Sen nereden çıktın, kimsin?" diye sordu. "Ah, omzum çok acıyor."
Güven vermek için tebessüm edip, "Noah'ın kardeşiyim," dedim.
Gözbebekleri büyüyerek bana çarptı ve duyduğuna inanamamış gibi gözlerinde daha fazla yaş belirdi. Gerçekten o kadar güzeldi ki, yüzündeki yaralara zor odaklanıyordum. Noah'ın ona ilk görüşte âşık olmasına hak verirken onun da dudaklarından, "Noah," fısıltısı çıktı. "Burada mı?"
"Seni almaya geldik," diye gülümsedim ve sonra geceliğini düzeltip koridordaki korumamıza seslendim. "Enrica, buraya gel."
Bir saniye sonra içeriye girdi ve Marianne, "Noah nerede?" diye heyecanla koridora bakarken, Enrica isteğim üzerine uzanıp onu kucakladı. Marianne inleyerek gözlerini yumarken, önlerine geçip koridora ilerledim. Arkama doğru da, "Aşağıda, onun yanına ineceğiz," dedim.
Koridora çıktığım an köşeden dönen korumayı gördüm ve o silahını kaldırmadan ben kurşunu alnına sıktım. Adam, arkasına doğru düşerek basamaklardan yuvarlanınca Marianne'in çığlık attığını duyup, "Sanırım evimiz Disney’e dönecek," diye mırıldandım. "Angel Ariel, sen Pamuk Prenses..."
Son basamağı da inip alt kata geçtik ve koridora birinin girdiğini fark edip tedbirimi alıyordum ki onun Noah olduğunu gördüm. Benimle göz teması kurduktan sonra Enrica'nın kollarındaki yarı baygın Marianne'i görüp daha süratli koştu. Attığı adımların fevriliğiyle ceketinin yakaları açılıyordu. Geldiğinde kızı Enrica'nın kollarından alıp, "Marianne," diye fısıldadı. "Sana n'oldu böyle? Sana bunları kim yaptı?"
Enrica öne çıkıp bizi koruyarak ilerlerken, Marianne'in gözleri bir daha açıldı. Bu kez baktığının Noah olduğunu görünce de gözlerinde biriken ne varsa yanaklarına döküldü. "Noah... Ben istemedim onunla evlenmeyi, ben istemedim bana dokunmasını..."
Noah, içinde bir bomba patlamış gibi hiddetli görünerek Marianne'in başını omzuma doğru yasladı ve yüzündeki yaraları izleyerek, "Gelecektim," dedi. "Yemin ederim gelecektim."
Kurşunun silahtan çıkan sesini duyunca başımı hızla çevirdim ve Enrica'nın, yukarıya çıkmakta olan korumayı yere serdiğini gördüm. Noah'ın omzuna vurup, "Hadi," diye fısıldadım ve onları koruyarak aşağıya indim. Enrica'nın ardından evin kapısından çıkınca bahçedeki gürültünün dindiğini görmüş oldum. Etrafta ceset ve kan damlaları vardı. Kalan birkaç koruma dizlerinin üstüne çöküp teslim olmuşlardı. Araca doğru yürürken, arabanın kapısı önünde oturan abim dikkatimi çekti. Ceketinin sağ kolu ıslaktı, vurulmuş olmalıydı.
Etrafımızı sarıp, bizi koruyan korumalar arasından geçip abimin yanına ulaştım ve onun önünde eğilirken, "Dante," dedim öfkeyle. "Kim yaptı sana bunu?"
"Noah öldürdü," dedi Dante, dişlerini sıkıp yerdeki bir cesede bakarak. "Sıyırdı, acımıyor bile."
Uzanıp ceketini üzerinden çıkardım ve koluna sıkıca bağladım. Kanın akışını yavaşlatıp abimin kafasından öptüm ve Noah'ın geldiğini gördüm. Marianne'i arabanın arka koltuğuna bırakıp beyazlamış bir yüzle bize döndü. "Siz diğer arabaya binin, sığmayız."
Marianne'e göz atıp Noah'ı onayladım, abim onun üzerini örtmek için ceketini çıkarıyordu. Dante'nin koluna girip arkadaki arabaya ilerledik. Enrica diğer korumalarla beraber arkamızı temizlerken, şoförün kullandığı arabamıza binip yan yana oturduk. Noah'ın aracı önümüzde hareket etti ve ben ilkyardım çantasını alıp Dante'nin koluna müdahaleyi yaparken eve ilerlemeye başladık. "Size pansuman yapmayı özlemişim," dedim yarasını temizlerken.
Sırıtarak, "Vurulmam iyi oldu yani?" dedi.
"Evet. Madem mesleğimi yapmıyorum, vurulmanız lazım ki pratik yapayım."
Eve gidene kadar abimin kurşun yarasıyla ilgilenip dakikalar önceki çatışmamızı ne kadar eğlenceli bulduğunu ondan dinledim. Çatışma esnalarında Salvador çok ciddi olurdu, Dante keyif almaya bakardı ve Noah’ın canı sıkkın olurdu. Sanırım ben en çok keyif almaya yakındım, yani Dante ile bu duyguyu paylaşıyorduk.
Araçlarımız arazimizdeki geniş kapılardan içeriye sıra sıra girdi ve içinde olduğumuz araba Noah'ın arabasının arkasında durdu. Dante ile aşağıya inerken, Noah da kucağında Marianne ile malikânenin basamaklarını çıkmaya başladı. Eve doğru yürürken terlemiş halde üzerimdeki ceketi çıkardım ve korumaların gülüşerek arabadan indiğini görürken, arazi kapılarının bir daha açıldığını gördüm. Dante ile aynı anda kimin geldiğine bakmak için dönünce gözüme ilk çarpan arabadaki Rus plakası oldu.
Yumruklarım kurşun kadar ağırlaştı.
"Efendim, arabayı içeriye alalım mı?" diye sordu Enrica.
"Alın."
O Rus plakalı aracın kime ait olduğuyla ilgili seçenekleri tartarken, elimdeki ceketi yere doğru fırlattım. Dante az ilerideki korumalara, "Arkadakileri de çağırın," diye kükrerken, Rus plakalı araç arazinin içine girip bize doğru ilerledi.
Ellerimi belime yasladım ve saçlarım uçuşurken Salvador'un da malikâneden, elinde bir silahla çıktığını gördüm. Gözlerim araca kilitlendi ama camlar kaplamalı olduğu için şoförü göremedim. Aracın tam önünde duruyordum, bu yüzden araba önümde durmak zorunda kaldı ve korumalarımız direkt etrafını sarınca, Dante silahını kaldırıp ön cama doğrulttu. "Sen misin orospu çocuğu!" diye inletti yeri göğü.
Hiç kıpırdamadan çenemi kaldırdım ve parmağım tetiğe dokunurken, korumalardan birisi şoför kapısını açtı. Bununla beraber aracı kullanan kişi dışarıya çıktı. Mark'ın beklentisiyle tetiğe koyduğum parmağımı çekerek bu adama bakarken, "Kimsin sen?" diye sordum.
Korumalar adamı önüme doğru ittiğinde kendi sürdüğü araca çarparak durdu ve başını bana çevirip, "Mark Bey'den size bir şey getirdim," dedi, gülümseyerek.
Onun adını duyunca bedenim küçük patlamalarla sarsıldı ve ateş, Karina'm için duyduğum sevgiden beslenip parladı. Gülümseyen adamı kravatından tutup çektim ve yere doğru fırlatırken, "Kapıları açın!" diye bağırdım korumalara.
Dante, yere düşen adamın suratına bir tekme savururken, korumalar aracın kapılarını açtı ve her ne gördülerse dönüp bana baktılar. O bakışlarla beraber yerimden fırlayıp arabanın arkasına koştum, aralık kapıdan bakınca da dünyaya bakış açım kıpkırmızı oldu. Bana gönderdiği hediye tıpkı ona gönderdiğim gibi bir tabuttu.
Küçük... Ufacık bir çocuk tabutuydu.
Aleni bir kalp ağrısıyla sendeledim. Renkler siyahın içinde kayboldu ve etrafım karardı. Yıldızları yere düşürmüşler ve güneşimi çalmışlar gibi hissederek gözlerimi kapattım. İçimden gelen gücüme, bana ayağa kalkmamı söyleyen kızımın sesini kendime hatırlatıp gözlerimi tekrar açtığımda, "İndirin," diye bağırdım korumalarıma.
Bir saniye beklemeden uzanıp tabutu çektiler ve aşağıya, yere bıraktılar. Dante sürprizin ne olduğunu görüp irkildi ve tabuta kocaman olan gözlerle baktıktan sonra benimle göz teması kurdu. "Karmen... Bunu nasıl yapabilir?"
Silahımın namlusunu titreyen dudaklarıma yaslayıp isterik bir gülüşle, "Onu öyle bir öldüreceğim ki," dedim. "Herkes bu ölümü konuşacak, herkes."
Dante'nin gözlerindeki acıyı kalbimde hissederek, "Açın," dedim ve koruma tabutun kapağını kaldırırken, "Bomba olabilir mi?" diye sordu Dante, bana yaklaşıp. "Uzaklaş Karmen."
"Hayır," diyerek gözlerimi tabuta indirdim ve açılan çocuk tabutunun içinde yalnızca bir kâğıt olduğunu gördüm. Etrafımızı saran korumalarımız ve abimle beraber o kâğıda bir süre baktık ve sonra eğilip kâğıdı aldım. Üzerine yazılmış İtalyanca cümleyi okudum.
Kızını kendi elleriyle boğan benim.
Kalbim kızım, onun elleri, tuttuğu boğazı, kestiği nefesi, parçaladığı yaşamım... Onun elleri miydi? Onu kaçırtmakla kalmayıp boğan Mark'ın elleri miydi? Feda'ya sormuştum, onu öldüren bizzat Mark'ın kendisi mi, diye sormuştum. Hayır demişti, Karina'yı çete üyelerinden birinin kaybettiğini, sonra da hiç görmediğini söylemişti. İkinci kez sormuştum, onu boğanı öğrenmeye çalışmıştım. Belki Mark'ın yaptığından onun bile haberi olmamıştı.
Karina'mı kendi elleriyle boğmuştu.
Bunun için Türkiye'ye mi gelmişti?
O yüzden herkesi bulup Karina'mı elleriyle boğanı bir türlü bulamamıştım.
Onu saniyeler boyunca nefessiz bırakmıştı ve öldüğünde kızımın gözlerine bakan son kişi kendisiydi.
Bir çığlık atarak kâğıdı yumruğumun içine aldım ve kendi etrafımda dönüp bu tabutu bana getiren adamın yüzüne baktım. Dante elimdeki kâğıdı okumuş bana bakarken Salvador'un da buraya yürüdüğünü zar zor gördüm. Yerdeki adama yaklaşıp silahı ellerine diktim ve çığlık atıyormuş gibi bir sesle, "Bu arabanın içindekinin tabut olduğunu biliyor muydun?" diye sordum.
Yüzümde gördüğü şey, hayattan ayrılmadan önce son gördükleri olacaktı. Belki de bu yüzden cevap veremeyip bana uzun uzun bakmıştı. Fakat akabinde başını iki yana salladığında, sırıtarak, "İnan fark etmez," dedim ve sağ eline ilk kurşunu sıktım. Ardından ikinci kurşunu da bu aracı süren sol eline sıktım. Sonrakiler rasgele oldu ama kalbini de es geçemedim. Bir deste kurşunu vücudunun ayrı ayrı bölgelerine sıkıp bir kan gölü oluşturdum ve akan kan ayaklarımın ucuna doğru sızarken, son kurşun yanağından girip suratını parçaladı.
Dante yumuşak bir sesle, "Kardeşim," diye fısıldayarak bana sarıldığında hiç ağlamadığım için kendimle gurur duyuyordum. "Canını daha fazla yakmak için uğraşıyor, sakın ona istediğini verme."
Karşıma bakarak silah olmayan elimi kalbime götürdüm ve kafamı kaldırırken, "Temizleyin şunu," dedim Enrica'ya.
Ceset, iki gergin koruma tarafından önümden çekilirken, başımı eve çevirdim ve Salvador'un beni merdivenlerde, babamın da odasında izlediğini gördüm. Bakışlarında onaylama ve takdir vardı. Kalbimle aramda duran çelik yeleğe dokunurken, evin kapısından koşarak çıkan yengemi gördüm. Basamakları inip bize yaklaşırken, Salvador da onun arkasından bakıyordu. Angel nefes nefese önümde durup önce yerde biriken kana ve sonra bana baktı. Ardından elindeki telefonu uzattı. "Arama sana..."
Elimi kalbimden çekip telefona uzattım ve açık ekrana baktım. Numaralara olan aşinalığımla beraber kaşlarımı çatıp derhal telefonu aldım. Bu Gece'nin numarasıydı, onu bu numaradan aramıştım, bana geri dönüş yapıyor olmalıydı. Telefonu kulağıma yasladığım gibi, "Gece, n'oldu?" diye sordum. "Günlerdir senden arama bekliyordum, bir karar verdin..."
Hattın diğer tarafında alınan nefes bana Gece ile konuşmadığımı düşündürdü ve o nefes sesini iliklerime kadar hissedip kim olduğunu anladım. "Gece benimle," dedi Deren, boğuk bir sesle. Tanıştığımızdan beri sesinden ilk kez bu kadar uzak kalmıştım. Benimle aynı anda yutkunduğunu fark ettim. "Yaman'ı buldum, o da benimle. Eğer bana geri dönmezsen... ikisini de öldüreceğim."
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...